Home
29 Haziran 2020 ( 54 izlenme )
Reklamlar

Prof. Dr. Naci Görür: En az 7.3'lük deprem geliyor, şakası yok!

Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr. Naci Görür, "Sokakta kimi yakalasalar, müteahhitlik işini canlandırmak için “Gel sana kredi verelim” diyorlar. Yapsınlar, canlandırsınlar, aferin ama bu konuya kafa yoran bir insan olarak içimden şu geçiyor: “Ya benim aziz devletim, ey benim güzel hükümetim, niye insanlar yıllardır bu depremi beklerken aynı duyarlılığı, aynı bankaları seferber edip, evi göçük haline gelecek insanlara tespit yapıp, sana kredi vereceğiz demiyorsunuz, neden?” diye soran Bilim Akademisi üyesi Prof. Dr. Naci Görür, Kanal İstanbul’un Marmara’ya açıldığı kıta sahanlığında canlı faylar olduğunu gördüklerini söylüyor. Görür'e göre büyük bir tsunami tehlikesi var.

Prof. Dr. Naci Görür, Cumhuriyet'ten İpek Özbey'in sorularını yanıtladı.

Koronavirüsle uğraşırken depremi iyiden iyiye unuttuk. Oysa o kendini hemen her gün hatırlatıyor, sürekli sallanıyoruz. Bu sarsıntılar bir yer bilimci olarak sizi de kaygılandırıyor mu?

Ülkemiz bir deprem ülkesi olarak, dünyada ilk 10’un içinde. Dolayısıyla, sürekli depremlerin olması bir yer bilimci için doğal. Endişe etmek yerine olaya bilimsel baktığımızda tecrübemiz de artıyor. Ama tabii bir de afet boyutu var. O zaman da elbette tedirgin oluyoruz. Bu tedirginlikten dolayı da mümkün mertebe topluma, insanlarımıza yararlı olmaya, deprem konusunda bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Merkezi yönetimi ve yerel yönetimi harekete geçirme konusunda uğraş veriyoruz.

Peki başarılı oluyor mu? Sosyal medyada, “Keşke bugün konut alın diye herkese verilmek istenen ucuz faizli krediler, evlerini deprem güvenli hale getirmek isteyenlere verilse” paylaşımınız sanki yöneticileri ikna etmekte zorlandığınızı gösteriyordu…

Yerel yönetim ve hükümetler konusunda başarılı olduğumuzu söyleyemem. Onlar da halkın verdiği önem kadar bu işe önem veriyorlar. Halkımızın kendi can ve mal güvenliği konusunda belirli bir hassasiyeti yok. Öyle olunca hükümetler de o konuya yoğunlaşmıyor. Ancak bazı büyük depremler, insan kayıpları, ülke çapında acılı bir atmosfer oluştuğunda deprem akıllarına geliyor, bir takım şeyler yapacaklarını söylüyorlar ama araya birkaç ay girince unutuluyor. Mesela pandemiden önce ben bir çıkış yapmıştım.


Ne dediniz?

Depremle ilgili önlem alınmayışının tek sorumlusu bu hükümet değil, bundan öncekiler de öyleydi. O yüzden ‘hükümetler’ ifadesini kullanıyorum. Dedim ki “Hükümetler ne ister? En birinci görevi kendi insanının can ve mal güvenliğidir. Bunun ötesinde önemli bir proje yoktur. Ne kanal projeniz ne de havaalanı projeniz ne de bilmem kaç köprü, yol projeniz bu ülkenin toplu halde depremde can vermesinden önemlidir...” Eğer öyle düşünüyorsanız bilim adamlarından ne istersiniz? Bu ülkede depremler nerelerde olur, deprem kuşaklarında hangi kentlerimiz, köylerimiz, kasabalarımız vardır, ne büyüklükte deprem olur, belli ölçüde ne zaman olur ve olursa ne kadar hasar verir, bunları bilmek istersiniz… Şimdi sokakta kimi yakalasalar, müteahhitlik işini canlandırmak için “Gel sana kredi verelim” diyorlar. Yapsınlar, canlandırsınlar, aferin ama bu konuya kafa yoran bir insan olarak içimden şu geçiyor: “Ya benim aziz devletim, ey benim güzel hükümetim, niye insanlar yıllardır bu depremi beklerken aynı duyarlılığı, aynı bankaları seferber edip, evi göçük haline gelecek insanlara tespit yapıp, sana kredi vereceğiz demiyorsunuz, neden?”

Neden?

Depremi konuşmayalım, deprem su üstüne çıkmasın diye… Deprem olduktan sonra oraya gidecek, evini yapacak, aş verecek, çadır götürecek, yardımlar yapacak, oradaki insanların da gönlünü kazanacak. Afete uğrayan insan da şunu demiyor: “Biz ölmeden neredeydiniz?” Halkta da o bilinç yok. Bizim yöneticilerimiz afet yönetimine talip olduğu için risk yönetiminin konuşulmasını istemiyor. Bilim adamlarına sorun, dikkat çektikleri şeyleri yaparsanız depremi durduramazsınız ama zararını azaltırsınız. 10 bin can kaybı vereceğinize belki 100’e indirirsiniz. Peki bu en büyük proje değil midir, niye yapmıyorsunuz, ne bekliyorsunuz?

Sizce?

Bu, uzun soluklu, disiplinli, bilimsel yöntemlerle ülkenin belirli katma değerini bu işe verip, bir takım yerleşim alanlarını deprem güvenli hale dönüştürme işidir. Çetrefil bir iştir. Kısa zamanda ne bütçeniz ne siyasi ömrünüz yeter. Dolayısıyla politikacılar, böyle büyük bir işin içine girmek yerine dört yılını sekiz yıla çıkarmak için, cilalı bir takım kolay işleri yaparak, meydanlardan nutuk atarak halkı bir atmosferin içine sokarak siyaset yapmayı yeğliyor. Çünkü öbür türlü uzun soluklu bir iştir. Diyelim ki siz tüm Türkiye’de deprem kuşaklarında yerleşim alanlarını deprem güvenli hale getirmeye çalışırsanız; çok disiplinli, belirli bütçelerle, aralıksız çalıştığınız zaman bile herhalde 2030 seneden önce dönüştüremezsiniz…

Bugün siyasi partiler bahsettiğiniz dönüşümleri yapsa, oy kaybeder mi?

Hayır. Halk, depremden korkuyor. Deprem olduğunda sokağa çıkıyor. Birileri bir şeyler söylüyor. İki gün bekliyor, valilik evlerinize girebilirsiniz diyor, göstermelik kontroller yapılıyor, halk bir daha eve giriyor. 35 ay deprem olmazsa halkın kafasında da bitiyor. Halk, depremde zamanın önemli olmadığını, bugün kendisi olmazsa torununun gün geldiğinde o deprem güvensiz binalarda can verebileceğini unutmamalı. Kendine bir şey olmuyor diye, neslinin hayatını umursamazlık etmemeli. Bizim halkımız, üzülerek söylüyorum, bu konuda bilinçsiz.

Niçin?

Çok açık, matematiksel konuşuyorum: Türkiye’de 1999’dan bu yana en az 45 seçim oldu. 1999’da bir gecede, 55 saniyede 20 bin insanı gömdük. Ben hiçbir zaman kendi milletimin meydanlarda pankart taşıyıp da “Depremde ölmek istemiyoruz”, “Deprem kader değildir” diye siyasileri zorladığını görmedim.

Kadercilik mi var serde?

Tabii ki. Zaten halk işi ciddiye alsa, siyasetçi de almak zorunda kalır. Aksi halde oy alamaz. Hiçbir seçimde, hemen hiçbir parti ciddi olarak depremi ön plana çıkartmadı. Üstelik bir kılıf buldular, “Sevimsiz bir konu, bunu meydanlarda konuşmak iyi olmazmış”. Böyle saçmalık olur mu, insanların can güvenliği yokken, halkı hiç ilgilendirmeyen gündemleri meydanlarda bağırıp çağırıp söylemenin ne anlamı var?

Ayasofya ile ilgili attığınız tweet’i hatırlıyorum: “Siyasilerimiz ibadete açılıp açılmamasını tartışıp duruyorlar. Halbuki onun yerine büyük bir deprem geliyor, bu tarihi eser ayakta kalır mı, onu tartışsak” demiştiniz…

Baya okumuş yazmış adamlar, oturuyorlar, Ayasofya ibadete açılsın mı açılmasın mı onu tartışıyorlar. Hayatının en azından 20 yılını yoğun olarak deprem araştırmalarına vermiş biri olarak tuhafıma gidiyor. Açılsın, her şey olsun, ayrı, ama büyük bir deprem geliyor. Bunu ilan etmişiz, alarm vermişiz, dünyadaki bütün örgütlerin gündeminde İstanbul’un beklediği deprem var.

Hangi örgütlerin?

Bütün devlet büyükleri İstanbul’a geldiğinde bunun farkında gelirler. Önlemleriyle gelirler. Bunu NATO da, BM de bilir. Çünkü uluslararası projelerle bu ortaya konuldu. Dünyanın birçok yerine gittik, konferanslar verdik, anlattık. Herkes biliyor. Alarm verilmiş, depremini bekleyen bir yerde ‘Ayasofya ibadete açılsın mı’ tartışmasını yapan insanların önce gelecek olan depremde “Ayasofya da dahil tarihi eserlerimiz ayakta kalır mı kalmaz mı” onu tartışmalarını istiyorum. Biz konunun içindeyiz, bilmiyoruz mesela. Bunlar gizli işler midir? Hiçbir yetkili çıkıp, halka “Deprem geliyor, biz önlemlerimizi aldık, tarihi eserleri şu yöntemlerle deprem güvenilir hale getirdik” demiyor. Neden, gizli bir şey mi? Demek ki yapmadıkları için söylemiyorlar. Yaptıkları da göstermelik oluyor. Nitekim, bize “Devlet dairelerinin, okulların tümü deprem güvenli hale geldi” dediler. Ne oldu? 5 küsurluk depremde ‘güvenilir’ dedikleri binaların çoğu haşat oldu. Minimum 7.3 deprem geliyor, şakası yok. İstanbul gibi yapı stokunun yüzde 60’ının zafiyet içinde olduğu bir yerde bunun sonuçları çok büyük olacak.

Yüzde 60 çok ciddi bir oran değil mi?

Bunu anlatmak için daha ne yapalım? Bir bilim adamının isyanıyla bunu söylüyorum. Biz birilerine şirin gözükmek için bunları konuşmayacak mıyız? Kocaeli’de deprem oldu, 20 bin kişi öldü. Yarın İstanbul’da bunun kat be katı olursa, dönüp, “20 senedir bu adamlar bağırıyor, siz ne yapıyorsunuz” demezler mi? Bunun hesabını nasıl vereceksiniz? “Allah’tan geldi, ne yapalım” diyemezsiniz. 2000’lerin başındaki gibi hareket etseydik, bugün İstanbul’da deprem korkusu çekmeyecektik. Hiçbir şey yapmadınız, yapmıyorsunuz da…

20 yılda ne yapılabilirdi?

Önümüzde Kobe örneği var. 10 yılda deprem güvenli hale getirdiler… Aynı büyüklükte deprem oldu, yıkılmadı. Çok şey yapılabilirdi… Bizimkiler “Yapıyoruz” dediklerini de doğru bir mecrada yapmıyorlar.

Örnek verir misiniz?

Kentsel dönüşümü konuşalım. Çeşitleri vardır. Bir kenti, inşaat kenti haline dönüştürmek istersen bir sürü müteahhitlik projesi ortaya atarsın, o kentte devamlı bina yapılır. Turistik kent yapmak istersen, turizme yatırım yaparsın. Tarihi bir kente dönüştürmek istersen tarihi yapıları öne çıkartırsın. Olimpik kent yapmak istersen sporu öne çıkartırsın. Bizim konuştuğumuz ‘deprem odaklı kentsel dönüşüm’… Bunu yapmadılar… Bunlar ‘kentsel dönüşüm’ü ‘müteahhitlik projesi’ zannettiler. Bu işin yapımını, motor gücünü, denetimini, gözetimini de müteahhitlere verdiler. Müteahhitlerle ev sahipleri oturdular, ‘nasıl daha fazla rant elde ederiz’ diye hesap kitap yaptılar, anlaştılar. Onu yıkıp, yerine daha kötü, sokakları daraltan, binaların boyunu uzatan projeler yaptılar.

Sağlam mıydı?

Deprem açısından kabul edilebilir bir gelişim olmadı. Bu iş müteahhitlik projesi değil. Bu iş ancak devletin denetim ve gözetiminde olur. Dolayısıyla kentsel dönüşüm bu anlayışta rantsal dönüşüm oldu.

Oysa nasıl olmalıydı?

Amacımız bir kenti deprem güvenli hale getirmek. Kent, sadece yapı stokundan ibaret değil. Bir kentin olmazsa olmaz bileşenleri vardır. En başta yönetim; afet ve risk yönetimi konusunda eğitilmiş olmalı ki gerekli kararları alsın. İkincisi yönetimin afet ile baş edebilecek, zararlarını azaltabilecek donanımı, kurum ve kuruluşlarıyla koordinasyonu sağlamış tedbirli bir yapı olması lazım. Kazmayı alıp gitmeden buraları hazırlayacaksınız. Şunu da belirtmem gerekir: Halka rağmen hiçbir şey yapamazsınız. Halk söylenenlere uygun davranmadığı sürece zararı azaltamayız. Dolayısıyla ne yapması gerektiğini refleks haline getirircesine biliyor olacak. Broşür dağıtmakla olmaz. Televizyonlarda en çok izlenen saatlerde kamu spotları yayımlanmalı örneğin.

2007’den hatırlıyorum; askeriye epey iyi çalışmıştı. Bir deprem anında ambulans nereden geçecek, hangi yollar kesilecek, nerede toplanılacak gibi sürekli tatbikat yapıyordu. Kamu tarafına baktığımızda eksik çoktu… Bugün hangi noktada?

Çok doğru… Benim de bilgim var. İstanbul’da ordu, emir komuta zinciri içinde, bilimsel yöntemlerle depreme hazırlanmıştı. Zaten benim Naci Görür olarak tek güvencem planlı bir koordinasyon gelirse ordudan geleceğidir. Öbür türlüsünden kuşkum var.

“İstanbul’da 1 milyon 600 bin bina var. Yine resmi rakamlara göre bu yapı stokunun yüzde 60’ı mühendislik hizmeti görmemiş. Planı, projesi, hesabı, kitabı, statiği, temel etütleri yapılmamış… Yani bunları oradan, buradan gelen, bu işi bilmeyen müteahhitler kafasına göre yapmış. Ya da her seçim öncesi vatandaş bir kat yapmış, sonra getirip bir kat daha çıkmış… Öyle olunca 900 bin bina deprem güvenli değil. Büyük bir risk altındayız…”

TSUNAMİ KANAL İSTANBUL'U TARUMAR EDER

Dört gün önce Manisa’da deprem oldu, İstanbul’da nasıl hissedildi?

Normal. Deprem dalgaları küresel hareket ediyorlar. Diyelim ki yeraltında belirli derinlikte deprem olduğunda açığa bir enerji çıkıyor. Sismik dalgalar oluşuyor. Yeryüzüne geliyor ve ilerliyor. Bu dalgaların bir ilerleme hızı var. Saniyede 5.5 kilometre gibi bir hızı var. Şöyle daha iyi anlaşılır: Havuza bir taş at, attığın yerde hemen belirgin, belli yüksekliği olan dairesel dalgalar oluşur. Havuzun ilerisine gidince azalır… Deprem dalgaları da öyle, ilk olduğu yerde çok güçlüdür ama uzağa gittikçe o dalgalar söner… Onun gibi… Nihayet bir titreşim sağlıyor bu dalgalar...

Kanal İstanbul yapılırsa deprem açısından nasıl bir fotoğraf ortaya çıkar?

Kanal İstanbul ile ilgili bir kitap yazıldı. İBB basıyor, bugünlerde çıkar. Çok disiplinli bir kitap. Değişik bilim adamlarının bir araya gelerek yazdığı kitabın editörlerinden biri de benim. Bir kere depremden bağımsız Kanal İstanbul yapılmamalı. Jeolojik açıdan son derece sakıncalı, tehlikeli, İstanbul’un başında Demokles’in Kılıcı gibi problem çıkartacak, korku içinde yaşamamıza neden olacak bir proje.

Ne gibi bir problem?

Bu kanalın güzergâhı özellikle Çekmece Gölü’nün kuzeyinde Sazlıdere’den başlayıp, Marmara’nın kıta sahanlığına açıldığı yere kadar olan bölge jeolojik olarak tam anlamıyla anormal tehlikeli ve riskli yerler. Deprem olmamasına rağmen kaymalar, heyelanlar oluyor. O bölgedeki arazi stabil değil, şu anda bile kayıyor. Depremde haşat olur buralar. İkincisi bu Kanal İstanbul’un Marmara’ya açıldığı kıta sahanlığında deniz araştırmalarında gördük. Bizden önce de arkadaşlarımız yaptıkları araştırmalarda canlı faylar olduğunu gördüler. Bu fayların boyutlarını tam olarak araştıramadık ama canlı oldukları kesin. Olası bir depremde bu faylar harekete geçmek suretiyle kanalın Küçükçekmece’ye kadar olan her yerini tarumar eder. Bundan kaçış yok. Heyelanlar, bu faylar tarafından aşırı tetiklenebilir. Kaldı ki büyük bir tsunami tehlikesi var. Tsunami bu kanala girdiği zaman, o sırada kanalın içinde gemi falan varsa onu da sürükler götürür ve bir yerlerde taşıdığı malzemelerle kanalı tıkadığı an orada bir barajlanma olur. Bütün kanalın etrafını deniz basar. Bir daha da orayı kurtaramazsın.

Deprem riskini arttırır mı?

Arttırır. Bakın “deprem olmayı arttırır” demiyorum, riskini arttırır. Deprem olduğu zaman olabilecek zararın hesabıdır risk. Deprem olduğu zaman bizler nerede yangın, göçük, göçük altında insan varsa, açsa, susuzsa koşup yardım etmek isteriz. Sen kanalı oraya yapmaya kalktığında İstanbul’u adalara ayrıştırıyorsun. Adaya yardım götürmek başka, karaya başka. Deprem olduğunda, orada yaptığın köprüler işe yaramadığı zaman veya trafik tıkandığında göçük altında bekleyen insanlara ulaşamazsın. Afet yönetimini zorlaştırıyor. Kanal demek orada 300500 bin bina daha yapılması demek. Deprem bekleyen yerde yapılmaması gereken en önemli şey nüfus yoğunluğunu arttırmaktır. Ne kadar insan fazlalaşırsa, o kadar ölüm olacak demektir. Kanal İstanbul’un yapılmaması gerekir.

KİMSE CİDDİYE ALMADI

Biliyorum, ‘ne zaman’ sorusunu sevmiyorsunuz ama Elazığ depremini bilen bir bilim insanı olarak ne kadar sınıra geldik, onu söyler misiniz?

Depremin ne zaman olacağı bilinmez ancak bir periyot olarak söylenebilir. Bilimsel olanı şu: Burada bir fay ve bu fayın bir deprem üretme tekerrür periyodu var. Diyelim ki bu fay üzerinde sen jeolojik ve tarihi dönemde olmuş depremleri araştırıp ortaya koyarsın. Jeolojik dönemde biz buna paleosismoloji diyoruz o fayı kesecek şekilde, dik hendekler kazıyoruz, o hendeklerde araştırma yaparak gerçekleşen depremin toprakta, taşta izlerine ulaşıp, o izleri yaşlandırarak ne zaman olduğunu buluyoruz.

Arkeolog gibi…

Aynen, çok eskiye gidiyoruz, bazen bir milyon sene önceye… Bir de tarihi dönemlere bakıyoruz. Her kentte tarihi kayıtlar vardır, İstanbul’un Bizans’tan beri var mesela. 7 büyüklüğünde deprem, kaç tane, hangi tarihlerde olmuş, her biri arasından ne kadar zaman geçmiş, bunu araştırırız, fayın deprem tekerrür periyodunu çıkarırız. Türkiye’de bu kadar deprem lafı ediliyor ya, ciddi olarak deprem araştırması yapanların sayısı bir elin beş parmağını geçmez. Fay kuşağında çok sayıda üniversite var, orada da yer bilimleri bölümleri var. Ne para bulunur, ne de devlet araştırmaya teşvik eder. AFAD diye bir kurum var mesela, normalde üniversitelerle işbirliği halinde bütün bu fayları çalışıp tekerrür periyodlarını ortaya koymalıyken çalışmaları son derece sınırlı.

Elazığ depremini nasıl bildiniz?

Bir yerde uzun dönemde deprem olmuyorsa, devamlı hareket de varsa endişe etmeye başlarız. Elazığ’da 18741875’te biri 7.1, diğeri 6.8 büyüklüğünde deprem oldu. Yani 145 senedir orada deprem olmamış. Hep uyarıyordum, nitekim oldu. Mesela Maraş Türkoğlu civarında en son deprem 1513’te olmuş, 7.4 şiddetinde… Sene 2020… 500 küsur sene geçmiş, burada deprem eli kulağında olabilir. Önlem alın işte… Bakın, 2003 senesinde Elazığ’a gittim, konferanslar verdim, valiyle görüştüm, belediye başkanıyla görüştüm, halkı topladım, “Siz bir deprem ülkesinde yaşıyorsunuz. Karakoçan’a dikkat edin” dedim. Hiç kimse umursamadı… Dilimde tüy bitti. 2010’da Karakoçan’da deprem oldu, 41 kişi öldü. Sonra Sayın Cumhurbaşkanımız oraya geldi, dudağından iki söz çıktı, “Bu köylerin yerini değiştirin” dedi, oldu bitti. Keşke bu işlem uyardığım zaman yapılsaydı.

Tahmin ettiğiniz Elazığ/Sivrice depreminden sonra sizi arayan soran oldu mu?

Hayır, kimse ciddiye almadı.

BEN OLSAM O RAPORU YAYINLAMAZDIM

Marmara Denizi’nde şu anda nasıl bir hareketlilik söz konusu?

Şöyle düşünün: Burada bir yay olsa, onu üstünden bastırsan, o sert yay senin elini de zorlar. Marmara’nın altındaki kabuk, aynen o yay gibi stres altında. Sen bastırdığın yaydan elini çektiğinde o yay fırlar, sallanır ve durur. O zaman stresi sıfırlar. Marmara’nın altındaki fay, 1999 depreminde aşırı yüklendi. Anadolu’nun büyük bir kısmı Kuzey Anadolu Fayı boyunca Marmara’ya doğru 5.5 metre hareket etti. Marmara’nın altındaki kabuk kırılmadı, eğer boydan boya kırılsaydı, aynı yayın boşalması gibi olacaktı. Yani stresi kaybolacaktı. Halbuki Anadolu levhası 5.5 metre Marmara’ya doğru gelince kırılmadı ama deforme oldu. Aşırı stres yüklendi. Anadolu, Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu fayları boyunca Yunanistan’a doğru hareket ederek yılda 2.5 santim yaklaşıyor. Her sene koca Anadolu levhası Marmara’nın altındaki kabuğa 2.5 santime denk gelen stresi yüklüyor. Demek ki 1999’dan beri aşağı yukarı yarım metreye denk gelen stres daha yüklemiş. Kırılmamış, zemberek gibi duruyor. Bu devam ettikçe, çat diye burayı kıracak, deprem olunca rahatlayacak. Dolayısıyla Marmara’nın altındaki kabuk aşırı stres biriktirmiş durumda ve kırılmayı bekliyor.

Minimum 7.2 şiddetinde bir deprem olursa İstanbul nasıl bir hal alır?

Endişemiz o işte. Mesela İBB’nin yayınladığı deprem raporu var. Ben olsaydım yayınlamazdım. Kaldı ki ben de İBB’nin bilim kurulu üyesiyim. Ama biz seçilmeden bu yayınlanmış oldu.

Neden?

Çok iyimser arkadaşlarımız tarafından yapılmış olmalı. İnşallah onlar haklı çıkar, ben haksız çıkarım ama onların dediği gibi olmayacağından eminim. Basit bir hesap: 1 milyon 600 bin bina var. İstanbul’da bütün ölümlü vakaları gel yüzde 1’e indirelim. Yüzde 99’unda insanların burnu kanamasın. 16 bin bina yapar. Her bina 4 katlı olsun, 64 bin kat demektir. Her kata iki daire koy 128 bin daire… Her daireye 4 kişi koy, 400 binleri geçiyor mu? Yüzde 1 fazla oldu hocam de, gel bunu yüzde 0,25’e indirelim… 100 bin… Bu rapora bakarsan bütün İstanbul’da can kaybı 14 bin oluyor. Doğru değil.

Neden Prof. Dr. Naci Görür?

İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden Y.Mühendis olarak mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursu ile doktora yapmak üzere İngiltere’ye giderek, London University, Imperial College, Royal School of Mines’da D.I.C. (Diploma of Imperial College), M.Phil. (Master of Philosophy) ve PhD (Doctor of 1999 depremlerinden sonra Marmara Denizi’nin deprem potansiyelinin açıklığa kavuşturulması için yoğun bir faaliyet gösteren Profesör Görür, 1983 yılında TÜBİTAK Teşvik Ödülü’nü aldı. 1997 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) asli üyeliğine seçildi. 2004 yılında NATO bilim ödülünü aldı. Son olarak Elazığ depreminin olacağını bildi, yetkilileri uyardı. 

Önerilen Videolar

Reklamlar

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Saray'dan Şarkıcılara 30 Milyon Lira! Oyuncu Altan Gördüm, Şahane Hayatım dizisinin kadrosuna dahil oluyor Omicron korkusu: ABD'de bir günde 4 binden fazla çocuk hastaneye kaldırıldı Büyük aşk bitti mi? Devrim Özkan ve Torreira birbirlerini takipten çıktı, fotoğrafları sildi