Kırmızı Oda dizisiyle ekranlara yeniden dönen ve Cuma akşamları Türkiye'yi ekran başına kilitleyen Binnur Kaya'nın
yıllardır sır gibi sakladığı ailesi ortaya çıktı.
Binnur Kaya'nın anne ve babasını görenler çok şaşırdı. Özellikle Kaya'nın annesi güzelliğiyle görenleri mest etti.
Binnur Kaya anne ve babasının görüntülerini bir internet sitesine verdiği röportaj sebebiyle ilk kez paylaştı..
İşte Binnur Kaya'nın sır gibi sakladığı ailesi ve anne babasının ve kardeşlerinin fotoğrafları.....İşte O röportaj...
Samimiyeti ve doğallıyla ilk andan itibaren insanı etkisi altına alan bir oyuncu Binnur Kaya. Onu dinlerken kocaman bir gülümseme yerleşiyor insanın yüzüne. Oyunculuğa dair heyecanı, doğa ve hayvan sevgisi, memlekete dair kaygıları, geçmiş günlere olan hasreti… Her şeyi çok doğal Binnur Kaya’nın. Ekran dışında hiç rol yapmıyor. Bu kadar sevilmesinin sırrı belki biraz da bu. Usta oyuncu Binnur Kaya, Kaynanalar dizisiyle başladığı oyunculuk serüveninde 25 yılı geride bıraktı. Televizyon, sinema ve tiyatroda akıldan çıkmayacak karakterler yarattı bu süreçte. Avrupa Yakası, Yabancı Damat, Kaynanalar, Çarli, Yedi Numara, Bir Demet Tiyatro, Vavien, Küçük Kıyamet, Şarkı Söyleyen Kadınlar ve Cinayet Süsü… Binnur Kaya ile şu sıralar DasDas’da sahnelenen Vahşet Tanrısı oyunu vesilesiyle Independent Türkçe için buluştuk. Oyunculuk kariyerinde ilk kez bu kadar uzun bir söyleşi veren Binnur Kaya ile geçmiş günlere, Ankara’ya, Yeşilçam’a, doğaya, hayvanlara ve gelecek hayallerine dair konuştuk.
- Ankara’da doğdun ve büyüdün. Çocukluğun nasıl bir ortamda geçti? Çocukluğunun Ankara’sını konuşarak başlasak. “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak.” Gittiğim zaman gözlerimin yaşardığı, dönerken de çok zorlandığım bir yer benim için Ankara. Çünkü harika bir çocukluk geçirdim. Çocukluk arkadaşlarım, ailem, anılarım. Ankara dönüşü, İstanbul hep zor oluyor. Duygulu geçiyor. Huzurlu bir çocukluğum vardı. Babamın bana çocukken söylediği ilk şey, “Yalan söylemek ve küsmek yok” oldu. Yalansız büyüdük. Çok kıymetliydi o yüzden. Mutlu, huzurlu ve sokakta oyunlar oynadığımız yıllardı. Sokaktan yeşil nohut aldığımız zamanlardı. 80’lerin ilk yıllarında geçti çocukluğum. Mahalle kültüründe büyüdüm.
- Anne ve baban ne iş yapıyordu? Babam gazeteciydi, emekli oldu. Annem de ev hanımı… Ablam da ODTÜ İktisat mezunu, Hazine'de çalışıyordu. O da emekli oldu. Bir de yeğenim var, sekiz yaşında. Hayvanlarımız vardı, aileden. Onlar da ailenin bir parçasıydı.
- Çocukken ne olmak istiyordun? Çocukken kapıcı olmak istiyordum. (Gülüyor) Şimdi apartman görevlisi diyorlar, ama o zaman kapıcı diyorduk. Hasır sepetleri vardı, ekmek ve süt dağıtıyorlardı, gazete veriyorlardı. Apartmanı Arap sabunuyla siliyorlardı. Mis gibi kokardı her yer. Bahçeyi suluyorlardı. Ağaçları buduyorlardı. Kapıcı demek benim için bu demekti. Herkesle iyi i-lişkileri olan biriydi kapıcı… Çok da insan tanırlar. Annemlere “Biz niye kapıcı değiliz” diye ağlarmışım. Sonra kuzuları, koyunları çok sevdiğim için çoban olmak da istedim. Bir ağacın dibinde oturup kaval çaldıkları için çok güzel geliyordu. Müziği çok sevdiğim için operacı olmak da istedim. Oyuncu olmak dışında her şeyi olmak istedim yani. (Gülüyor)
- Sonunda hiç hayal etmediğin bir mesleğe girdin ve oyuncu oldun. Oyuncu olmaya nasıl karar verdin? Karşı apartmanda oturan Gülay Teyze diye bir komşumuz vardı. Gülay Teyze bir gün “Binnur sen tiyatrocu olsana” demişti bana. Çünkü hep taklitler yapıyordum, onları güldürüyordum. Ankara’da Metropol Sineması'nın açtığı amatör tiyatro sınavlarına girdim. Ne Shakespeare biliyorum ne başka bir şey. Öyle doğaçlama bir şeyler yaptım ve kabul edildim. Öyle başladım oyunculuğa. Sahnede olmayı çok sevdim. "Çok tutkundum Yeşilçam’a; meğerse o beni olumsuz etkilemiş" - Çocukken neler izliyordun? Siyah beyaz ve tek kanallı TRT döneminde geçti çocukluğum. Kaynanalar’ı izlerdik ailecek ve çok gülerdim. Dallas, Flamingo Yolu, Şahin Tepesi… Heidi, hala büyük kahramanımdır. Şeker Kız Candy, Vikingler, Taş Devri… Bir de illaki eski siyah beyaz Türk filmleri. Filiz Akın, Ediz Hun, Ayhan Işık, Hulusi Kentmen, Adile Naşit… Ama o Türk filmleri bende hep içli olma hali bıraktı. Genelde hep bir hüzün vardı bu filmlerde. Acılı aşk, gurbet, özlem, ayrılık… Eski Türk filmlerinin ağzımda bıraktığı tat bu. Çok tutkundum Yeşilçam’a. Meğerse o beni olumsuz etkilemiş hayata bakış olarak. Bende de hep bir içli hal vardı. Yani bunlar olmayabilir hayatta, çok sonradan anladım. Mutluluk ve neşe de olabilir.
- Mizahı besleyen hüzün ve keder önemli değil mi? Keder ve hüzün mizahı besliyor tabii. Bütün bu hüzne, acıya mizahla katlanıyorsun. Acıyı bal eylemek gibi. Benim sevdiğim mizah da oradan doğuyor. Chaplin, Buster Keaton’da da bu vardır. Biz de Kemal Sunal ve Şener Şen’in filmlerinde bu acıklı mizahı görürüz. - Üniversitede Bilkent Tiyatro’ya giriyorsun. Okul neler verdi sana? Okulun öğrettiği en iyi şey disiplin bence, o şart. Orada bir disiplin var, yapman gereken şeyler var, kurallar var ve bir sürü eğitmen var. Onların hepsi kendi deneyimlerini aktardığı için çok önemli. Tek bir kaynaktan öğrenmiyorsun. Üniversitede bir sürü eğitmen olduğu için hepsinden aldığın bir sürü güzel şey oluyordu. Bir de Bilkent’te çok şanslıydık. Polonya’dan, Amerika’dan, Azerbaycan’dan hocalar gelirdi. Onlardan başka kültürleri öğrenirdik, onların eğitim sistemlerine dair şeyler öğrenirdik. Bir de Cüneyt Gökçer gibi hocalarımız vardı. Bunlar büyük insanlar… Oturuşundan, kalkışından, dersteki tavrından, bir anısını anlatışından bile eğer niyetin varsa çok şey öğrenebilirsin.
- Oyuncu olmaya karar verdiğinde anne ve baban nasıl yaklaştı bu duruma? Annem hep şöyle diyordu. “K-ızım, tiyatro oku ama aynı zamanda açık öğretime gir. Bir mesleğin olsun, maaşlı bir işin olsun, sigortan olsun.” Tiyatro ile yaşamak o zaman zordu. Bilkent'te tam burslu okuyordum ve o yüzden de sürekli iyi not almam gerekiyordu. Aksi takdirde bursun kesiliyordu. Yoksa ben Hacettepe’de okusaydım dört yıllık okulu sekiz yılda okurdum kesin. Keyfini çıkara çıkara. Aile için de e-ndişe verici oluyor. Düzenini nasıl kuracak, hayata nasıl başlayacak, bitirince ne yapacak? Ama şimdi çok mutlular.
"İstanbul’un saçlarını okşamaya ve sadece sevmeye geldim" - 1990’ların başında Ankara gibi bir kozadan çıkıp İstanbul’a geldin. Sinemanın ve tiyatronun kalbinin attığı şehir. İlk geldiğinde ne hissediyordun? İstanbul’a ben sadece İstanbul’u sevmeye geldim. Hiç bir şekilde tiyatro, sinema, televizyon öyle bir şey aklımda yoktu. İstanbul için 'taşı toprağı altın' diyorlardı. Bu da benim ağrıma gidiyordu. 'İstanbul’un kalbi kırılıyor' diye düşünüyordum. 'Taşı toprağı altın' dediğinde değerli görüyorsun, ama bir talan da başlıyor, hoyratlık giriyor işin içine. İstanbul’a da bir sözüm vardı. İstanbul’un saçlarını okşamaya ve sadece sevmeye geldim.
- Neler yaptın ilk geldiğinde? Animatörlük yapıyordum ilk geldiğimde. Doktor Bilal, Şamata Bar’da bize iş teklif etmişti. Biz de ekip olarak kabul ettik. Buraya geldiğimizde en azından bir işimiz vardı -hayatta kalabilmek için. Ama ben tiyatro mezunu olduğum için tiyatro yapmaya da çabaladım. Lale Oraloğlu Tiyatrosu, Bakırköy Belediye Tiyatrosu ve çocuk tiyatroları. Bir yandan animatörlük yapıyordum bir yandan da bunları yapıyordum. Ama İstanbul bir ülke gibiydi. Başka bir dünya gibiydi. O yüzden ilk başta zordu gerçekten. Sonra da işte televizyona girdim. - Çocukken çok sevdiğin, ailecek izlediğiniz Kaynanalar dizisine girdin o dönem. İlk televizyon işinde büyük ustalarla çalışmak nasıl bir histi? O benim için muazzam bir histi. Kaynanalar’ı ailecek izlerdik. Annemle birlikte çok gülerdik. Çocukluğuma, aileme ve anılarımıza bir selam göndermek gibiydi benim için orada oynamak. Bir de bir rüyanın içinde olmak gibiydi. Çünkü Kaynanalar kadrosu Ankaralıydı ve böyle hayranlıkla seyrederdik. Hepsi tiyatrocuydu. Kaynanalar’da oynamak benim tercihimdi. Gerçekten çocukluğumdaki bir anının içine girmek gibiydi. Bir de 'annem, babam, anneannem beni görecek ve nasıl mutlu olacaklar' diye düşünürdüm. "Televizyonda kendimi izlemeye hala alışamadım" - Kendini ilk kez televizyon ekranında izleyince ne hissettin? Ben ona hala alışabilmiş değilim. Çok acayip bir duygu. Aklım almıyor. Görüyorum ve sonra unutuyorum. Bütün işlerimi seyrederim. Ben nasıl oynadım ona bakarım. Işık nasıl, yönetmen nasıl, senaryo nasıl ilerlemiş… İşin tamamına bakmak için izlerim. Ama hala alışamadığım bir duygu.
"BKM kendimizi iyi hissettiğimiz bir ev gibiydi" - Aynı zamanda 90’larda komediye yeni bir soluk getiren Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM) gibi önemli bir tiyatroda çalıştın. O dönem nasıldı senin için? BKM dönemi de rüya gibiydi. Çünkü Bir Demet Tiyatro’nun yayınlandığı günler insanlar sokağa çıkmazdı. Yılmaz Erdoğan çok zekice bir mizah anlayışı getirdi beraberinde. Ondan öncesinde Gırgır dergisi vardı. Oğuz Aral’ın Avanak Avni’si… Gırgır dünya çapında olağanüstü bir dergiydi. Ferhan Şensoy’lar, Münir Özkul’lar… Onlarla büyümüş bir nesil olarak Yılmaz da o tada başka bir tat kattı. Dolayısıyla BKM inci gibi parlayan bir yerdi. Necati Akpınar ve Yılmaz Erdoğan’ın büyük emekleri var. ‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü’, ‘Bana Bir Şeyhler Oluyor’, ‘Otogargara’… Hepsi çok güzel oyunlardı. BKM kendimizi iyi hissettiğimiz bir ev gibiydi. - O dönem Engin Günaydın, Timuçin Esen, Devin Özgür Çınar ve Olgun Şimşek gibi oyuncu arkadaşlarınızla aynı evi paylaşıyorsunuz. Herkesin yolunun geçtiği meşhur ev… Devin, Engin ve ben aynı evde kalıyorduk. Sonra müzisyen arkadaşımız Tolga Çebi, senarist ve oyuncu olan Murat Taşkent, Emre Kınay, İlker Aksum, Olgun Şimşek, Timuçin… Hepimiz beraber yaşamaya başladık. İlker’in ailesi İstanbul’da yaşıyordu. Olgun da öyle. Ama bir şekilde hep beraber yaşıyorduk. Hayatımın en güzel zamanıydı. - O evde neler oluyordu? O kadar gülüyorduk ki… Sadece gülmekten yorgun düştüğümüzü hatırlıyorum. Bu dünyada değil gibiydik. Tek bir ev de değildi. Taşındığımızda da hep birlikte taşınıyorduk. Bir taraftan da hayatımızın en zor zamanlarıydı. En zor! İşimizin olduğu, ama işimizden çok az para kazandığımız, bazen hiç para alamadığımız… İstanbul’da yaşayıp hayata tutunmaya çalıştığımız en zor zamanlarımızdı, ama en güzel zamanlarımızdı da. - Sonra televizyonda unutulmayacak bir işe imza attın. Gaziantepli bir aileyi anlatan Yabancı Damat. Yağmur ve Durul Taylan’ın yönetmenliğinde yapılan bir işti. Burada İkitelli’de çekiyorduk gerçi, ama arada Antep’e ve hatta Yunanistan’a da gidiyorduk. O mesela yurt dışına satılmış ve yurt dışında çok izlenen ilk dizilerden biriydi. Yunanistan’da yürüyemiyorduk ilgiden. O çok güzel bir işti. Senaryoda rahmetli, büyük usta Sulhi Dölek’in imzası vardı. Yağmur’la Durul hem çok iyi yönetmen hem de çok iyi oyuncu koçudurlar. Çok güzel konuşur, tartışırsın. Bir şeyi en iyi şekilde performe etmek için ellerinden geleni yaparlardı. Kadrosu da muhteşemdi. - Çok şanslı bir oyuncusun. Büyük ustalarla çalışma şansına erişmişsin. Mesela Şener Şen ne ifade ediyor sizin için? Şener Şen için ne diyebilirim ki. O bize verilmiş bir hediye. Harika bir insan. Kusur arıyorsun, bulamıyorsun. Harika bir oyuncu. Şener Şen yani… Bir ülkeye adını kazımış bir usta. Hem çok sevilen hem de saygı duyulan biri. Her zaman halkın içinde. Gezer, dolaşır, yürür. Beraber bir reklam filmi de çekmiştik. Olgun da vardı. Anıları, deneyimleri, bir şeyi oynarken ki hali tavrı hepsi olağanüstü. Paha biçilemez bir şey. - Taylan Biraderler’in yeni filminde Haluk Bilginer’le de çalıştınız. Evet, Haluk Bilginer için de aynı şeyi söyleyebilirim. Azizler’de birlikte oynadık. Olağanüstü bir oyuncu. Setteki Haluk Bilginer, çekim esnasındaki Haluk Bilginer, beraber yemek yediğimiz çay içtiğimiz Haluk Bilginer. Muhteşem bir insan. Binlerce şükür olsun onlarla çalıştığım için. Tabii ki çok şanslıyım.
- Azizler’i ne zaman izleyeceğiz? 2020 yılında vizyona girecek. Azizler’de çalışmak da çok güzeldi. Senaryoyu Berkun Oya yazdı, Taylan Biraderler çekti. Engin Günaydın, İlker Aksum, Öner Erkan, İrem Sak, Fatih Artman… Çok çok keyifliydi benim için. , - Aynı zamanda DasDas da Vahşet Tanrısı adlı tiyatro oyununda oynuyorsun. Tilbe Saran, Güven Kıraç ve Levent Ülgen’le birlikte. Oyun için ne söylemek istersin? Metnini, anlatmak istediği şeyi çok severek oynadığım bir oyun. Çok sevdiğim ve saygı duyduğum oyuncularla oynuyorum, Dasdas gibi yine çok sevdiğim ve değer verdiğim bir tiyatroda. Bu metnin filmini seyredenler için daha farklı bir yorumla yönetmeyi seçti Celal Kadri Kınoğlu, vahşetin anlatımında daha çok mizah yolunu seçti, içinde bulunan trajedinin içler acısı komedisi diyebiliriz... - Adana’yı konuşsak biraz. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Abidin Dino, Suna Kan, Yılmaz Güney, Şener Şen… Çok önemli sanatçılar çıktı bereketli topraklardan. Adana’nın sırrı ne sence? Seni nasıl besledi? Ankara’da doğdum, büyüdüm ama aslen Adanalıyım. Akrabalarım hala Adana’da. Ben de çocukken yazları hep Adana’ya giderdim. Adana benim için sokakları turunç kokan bir yer. Adana’nın yemekleri, insanı, sohbeti, her şeyi o kadar özel ki. Benim için sıcacık bir yuva gibi. O kadar samimiler ki, her şeyleri ama... Sinirleri de samimi, sevgileri de samimi, öfkeleri de samimi. Yaptıkları şeyden, yedikleri yemekten zevk almasını bilen insanlar. İçtiklerinden de zevk alıyorlar, konuştuklarından da... Çok büyük bir zenginlik var o topraklarda, çok büyük. Hem bereket var hem insan zenginliği var. Tabii orada böyle biraz zaman geçirince sen de bir şeyler kalıyor oradan. - Oyunculuk anlamında beslendiğin karakterler oldu mu Adana’dan? Olmaz mı? Avrupa Yakası’ndaki Dilber Hala karakteri oradan çıktı. Dilber Hala benim anneannemle, halamın karışımı.
Avrupa Yakası demişken, dizi Türkiye’de bir fenomene dönüştü. Dizide çok önemli iki karaktere hayat verdin. Kastıyla, senaryosuyla televizyona damga vuran bir diziydi. Bir kere Gülse Birsel gibi olağanüstü bir kalem var. Senaryosu, sosyolojik tespitleri, oyuncuları, her şeyi çok güzeldi… Gazanfer Özcan, Müşfik Kenter, Gönül Ülkü Özcan, Engin Günaydın, Ata Demirer’le oynamak da unutulmazdı. Aradan yıllar geçti ,ama hala karşılaştığım insanlar, ‘Her gün izliyorum, yatmadan önce muhakkak seyrediyorum” diyorlar. Çok başarılı bir işmiş demek ki. İçindeyken insan her zaman anlamıyor. Biz de oynarken çok seviyorduk. Uzun sürdü epey. Ben iki sezonunda vardım. Bir de Engin Günaydın’ın unutulmayacak bir oyunculuğu var. Herkes orada çok başarılıydı, ama Engin’e ayrı bir parantez açmak gerekir. - Engin Günaydın’la yakın arkadaşsınız. Birçok kez birlikte çalıştınız. Onun için ne dersin? Engin çalışırken çok disiplinlidir. Bir sürü şey yapar; herkes güler, ama kendisi gülmez. Onları da zaten güldürmek için yapmaz. İşini yapmak için yapar ve hiç gülmez. Her işte öyledir. Çok disiplinli ve çok saygılı bir oyuncudur. Engin’le beraber çekim yapmadan önce bir ‘eyvah!’ diyordum; “Eyvah, Allah’ım n’olur gülmeyeyim.”
“Bunu nereden buldun, o tepkiyi nasıl verdin, o sesi nereden çıkardın, nasıl öyle oynadın” dedirten bir oyuncu hep. Ne yaparsa yapsın hep çok iyi yaptı. - Avrupa Yakası’nda İstanbullu burjuva bir aileyle, taşradan gelen bir karakterin çatışmasını da izledik. Sinemamızda da çok işlenen ‘taşra-kent’ çatışmasına başka bir yerden bakan bir diziydi. Ülkenin gerçeği. İnsanlar çocuklarını okutmak istiyorlar, daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlar. Yol istiyorlar, elektrik istiyorlar, su istiyorlar. Maalesef apartman dairesi istiyorlar. O müstakil güzel köy evlerini ya da taşra evlerini bırakıp geliyorlar. Biz de şimdi oralara gitmeye çalışıyoruz. Şimdi tersine döndü, biz taşraya gitmeye çalışıyoruz. Konforlu bir taşraya ama... Sinema da bunu güzel işledi. İyi örnekleri daha fazla. Engin’in taşralısı da harika bir taşralıydı; yani o kadar benimsedik ve kabul ettik ki. Yaptığı bir sürü şeye ‘Ne yapıyor bu’ demedik, hayranlıkla seyrettik. - Taşra demişken, Türk Sineması’nda çok önemli bir film olan Vavien’de rol aldın. Taylan Biraderler’in yönettiği çok iyi bir taşra kara komedisiydi. Vavien, Engin’in harika kaleminden çıkmış bir film. Engin’in tamamen yaşamış olduğu anılarından derleme bir hikayeydi. Abisi pikniğe giderken yengesine hep şaka yaparmış. Gerçekten filmdeki gibi bir uçurum var, aynı yerlerde çektik çünkü. O uçurumdan geçerken karısına ‘Seni de şuradan bi atamadık gitti’ dermiş şakayla karışık. Engin de işte yıllar sonra, "Abim şakayı gerçeğe dönüştürmek istese ne olurdu" deyip yazdı. Bir de Engin’in abisi elektrikçi. ‘Vavien’ de bir elektrik terimi. Meğer hayatımızda olan bir şeymiş, ama ben adının ‘vavien’ olduğunu bilmiyordum. Hani insanın çocuğu olsa adını ‘vavien’ koyar yani öyle bir şey.
Engin, Yağmur ve Durul, film için defalarca Tokat, Erbaa’ya gittiler. Mekan baktılar, ama mekanlar zaten belliydi. Çünkü Engin’in çocukluğunun geçtiği her mekan hazırdı zaten. Senaryoda yazan her şey gittiğimizde hazırdı. Filmde Tokat, Erbaa’nın kültürünü yaşamış olduk. O da çok güzel bir deneyimdi. Vavien süreci benim için o kadar tatmin edici bir süreçti ki, film hiç vizyona girmeseydi bile ben niye vizyona girmedi demezdim. Çünkü çok doyuma ulaştığım bir çekim sürecimiz olmuştu. Sadece onu yaşamak bile beni fazlasıyla doyurmuştu. - Vavien, Ölümlü Dünya ve Cinayet Süsü gibi kaliteli komediler çok büyük gişe rakamlarına ulaşmıyor maalesef. Buna dair ne dersin? Ben de bunu anlayamıyorum. Çözemedim valla. Yaşadığımız ülkedeki insanların tercihleriyle ilgili diyeyim. Daha rahat, ilk anladığı ve bildiği şeye gülmek daha hoşuna gidiyor belki de… - Gişe rekorları kıran, bol küfürlü ve skeçvari komedileri izliyor musunuz? Kötü komedileri izleyemiyorum. Çünkü gerçekten ticari amaçla yapılmış, pespaye senaryolar oluyor. Niyeti de ortada oluyor. Ama öyle de bir şey oluyor ki o işleri yapanlar kendilerinden çok emin oluyorlar. Onları izlemiyorum, çünkü onları izlemeye ayıracağım zamanda ‘durmayı’ tercih ederim. - Büyük bir doğa ve hayvan sevgin var, biliyorum. Küçükken çoban olmak istemişsin, şimdi de evinde kedilerle beraber yaşıyorsun. Çok fazla kedin var. Doğaya ve hayvanlara dair ne hissediyorsun? İnsanın, insan olabilmek, insanlığı öğrenebilmek için hayvandan öğrenecek çok fazla şeyi var. Bunu net olarak söylüyorum. Bir hayvanla paylaşmadığın, göz göze gelmediğin, onunla konuşmadığın hayatı eksik olarak tanımlıyorum. Her türlü hayvanı çok seviyorum ben. Sadece kediyi, köpeği değil. Kertenkeleyi de çok seviyorum. Hamam böceğini de öldürmemek için uğraşıyorum. Onu alıp başka bir yere koyuyorum. Mesela bahçemizde uçamayan martımız var. Adı Deniz. Uçamıyor ve diğer martılardan korunmak için kedilere sığınıyor. Hepsi bir arada yaşıyor. Akşam kirpi ailesi çıkıyor. Yemeklerini bekliyorlar. Saatleri var çünkü. Vermediğinde kapıya geliyorlar. Bence mesela bu muhteşem bir ilişki. Onlar her şeyi biliyor. Doğa da her şeyi biliyor. Sadece insan her şeyi bildiğini zannedip, çok az şey biliyor.
"Biz ka-dınlara, hep fedakar olmak öğretildi. Hep başkaları için yaşadık" - Vavien, bir kara-mizah örneği olsa da aslında ülkenin önemli bir gerçeğine parmak basıyor. Kocasını çok seven, kocasına her şeyini veren bir k-adının aslında sevilmeme hikayesi bir taraftan da. Bu ülkenin k-adınlarla alıp veremediği ne? k-adına ş-iddet bitmiyor. Bizlere, k-adınlara, hep fedakar olmak öğretildi. ‘Ben’ demek ayıptı, bencillikti. Hep başkaları için yaşadık. Önce başkası vardı. Bu ailenden herhangi biri olur, kocan olur, çocuğun olur... Komşun olur, akraban olur. Önemli değil. Hep önce başkası, sonra belki sıra gelirse sen. Hep vermeyi öğrendik. ‘Hayır’ dememeyi öğrendik. Ka-dın da o kadar fedakar ki... K-adın hep affeden, k-adın hep kucaklayan, kollayan, hep veren... Dolayısıyla da bir zaman sonra üstüne basılıp geçiliyor. K-adını o-ldürdün mü, k-adın i-şkence ettin mi, küçük çocukları –ki onlara da k-adın diyen zihniyetler var- evlendirdin mi... Gereken cezayı almıyorsun. İyi hal indirimini de alıyorsun kravat takıyorsan. Böyle bir adalet var maalesef. - Yakın zamanda Ali Atay’ın C-nayet Süsü filminde izledik seni. Çok kaliteli bir komediydi. Sen nasıl dahil oldun, ne hissettin oynarken? Ali aradı, senaryoyu gönderdi. Zaten senaryoyu okuduğun zaman çok mutlu oluyorsun. Her zaman iyi senaryo denk gelmiyor çünkü. “Bu ne harika bir davet, çok teşekkür ederim, kabul ediyorum” diyorsun. Cinayet Süsü’nü çekerken de çok eğlendik. Ali, çok güldüğümüz bir sürü sahneyi koyamadı filme. Uzun olduğu için de montajda atılan sahneler var. Eğlenmek istediğin zaman, kafanı dağıtmak istediğin zaman izleyebileceğin çok güzel bir film oldu bence. o-lümlü Dünya ve Limonata da öyleydi. Ali’nin filmlerini heyecanla ve mutlulukla bekliyorum
- Ali Atay bir yönetmen olarak nasıldı sette? Ali için tek bir şey söyleyebilirim; Bal, bal, bal… Gerçekten. - C-nayet Süsü’nde muhteşem bir kadro var. Ama özellike Uğur Yücel’i konuşsak. Daha önce de birlikte çalışmıştınız. Uğur abi... Ah Uğur abi. Çok içli biri. Çok zeki biri. Çok yetenekli biri. Bu ülkede yetişmiş en en en yetenekli, en harika aktörlerden biri. Sohbeti de çok güzeldir, abiliği de çok güzeldir. Beraber oynarken de böyle oturur uzun uzun onu seyredersin yani. Öyle büyük bir oyuncu. Yine çok büyük bir şans benim için. - Yolda beraber yürürken bir k-adın yanımıza geldi ve ‘Yabancı Damat’ta izliyordum ben sizi, nerede o eski diziler’ diye iç geçirdi. O eski dizilere ne oldu gerçekten? O dizilere ne oldu? Kimse şimdi risk almak istemiyor. Yani yapımcılar risk almıyor. Ne tuttuysa, o tutan işten yürümek istiyorlar. Şimdi zaten ö-fke, in-tikam, şi-ddet, kendi adaletini kendin yaratmak, sevginin ve saygının olmadığı diziler var. Ama bir taraftan da Mucize Doktor var. Çok saygı duyduğum bir iş. Çünkü yapım şirketi risk aldı, tutmama ihtimali de vardı. Olağanüstü güzel bir iş yapıyorlar. İçinde gerçekten mucizeler barındıran bir dizi.